13 Mayıs 2008 Salı

PHRYG DÖNEMİNDE MATER BETİMLERİ



Phryg Döneminde ( M.Ö. 950 – M.Ö. 330 ) Ana Tanrıça Mater ile ilgili yaklaşık yirmi adet yontu betim vardır. Bu yontular Phryg dinsel heykeltıraşlığının örnekleri olup ileriki tarihlerde Yunanistan’a ve Roma içlerine dek yayılacak olan Meter Kybele figürünün bölgesel kaynağını da ortaya koymaktadır. Ana Tanrıça kültünün kesin öğelerinden pek çoğu Phrygia’da geliştirilmiştir. Her şeyden önce Mater, Phryglerde ikonografik olarak betimlenen tek tanrıdır ve bu da onu özel bir konuma yerleştirmektedir. Diğer bir belirleyici özellik de Phrygia’nın pek çok yerine yayılmış bu kült anıtlarının yalnızca bu bölgeye özgü olmasıdır.

Phryg yazısı henüz tam anlamıyla çözülemediğinden tanrıçanın Phryg dönemindeki kültü ile ilgili epigrafik kaynaklar çok sınırlıdır.

“ Herhalde Eski Phryg dinideki yazıtlardan elde edilen en önemli bilgi, tanrıçanın Phrygçe adı olan Matar’dı. Bu ad, eski Phryg yazıtlarında 10 kez görülür. Bu sözcüğün kült cepheleri ya da kült nişlerinde mutlaka bulunması, bunun dinsel bir terim olduğunu belirtir.”[1]

Epigrafik olarak tanrıçanın adı ve sıfatlarından oluşan bir bilgiye sahip olmakla birlikte Ana Tanrıça ve kültü hakkında asıl bilgi kaynağımız arkeolojik verilerdir. Kültle ilgili zengin malzeme tüm Phryg kültürel etki alanına yayılmıştır. Burada dikkat çeken nokta Ana Tanrıça Matar’a açık havada, doğal oluşumlarda meydana getirilen anıtlarda tapınıldığının görülmesidir.Gordion’da yapılan kazılarda bile bir tapınak bulunamamıştır.

Fakat açık alanlarda meydana getirilen anıtlar (Yazılıkaya, Bitmemiş Anıt, Areyastis Anıtı, Aslankaya Anıtı, Bahşeyiş Anıtı gibi büyük fasatlar, Fındık Asarkaya, Küçük Kapı Kaya, Kumcaboğaz Kapı Kaya gibi küçük fasatlar, altar ve nişler) bize Phryg Ana Tanrıçası Mater’in, Phryglerce nasıl algılandığının da ipuçlarını verir.

“Ana Tanrıça betimleri birbirinin aynısı olan belli özellikler sergilemektedir. Bu durum tanrıçalarının nasıl görünmesi gerektiği konusunda Phrygialılar’ın temel bir kavramları olduğunu düşündürür. Her zaman olgun bir kadın olarak betimlenen tanrıça, başı, gövdesi ve bacakları tamamen önden gösterilmiş biçimde dimdik durur. Kolları genellikle gövdesi üzerine çaprazlama kıvrılmış olup, elinde çeşitli cisimler tutar. Bedeni yoğun kumaş kıvrımlarıyla örtülüdür: Boynuna dek kapalı, uzun kollu, uzun ve bol etekli, belde kemerle toplanan bir elbise giyer. Bol ve epeyce kalın kumaştan yapılmış bir giysiyle temsil edilen yontma kostüm, anatominin sezilmesine pek izin vermez. Tanrıça genellikle uzun,kat kat yükselen, polos denen bir başlık giyer. Bu başlıktan çıkan uzun bir örtü, tanrıçanın etek ucuna dek iner. Çoğunlukla bu örtünün bir ya da her iki ucu kemere sıkıştırılmıştır. Örtü o bölümde yatay pliler halinde tanrıçanın eteğinden aşağıya dökülür.”[2]

Phryg dönemi Ana Tanrıça betimlerini üç örnek üzerinde inceleyerek Tanrıçanın algılanışına dair daha somut bir bakış elde etmek ve atribüleri ile kıyafetlerini saptamak mümkündür.

1. BOĞAZKÖY MATER KABARTMASI:

Özellikle Phryg dönemi Ana Tanrıça betimlerinin incelenmesinde Boğazköy kabartması özel bir örnek oluşturmaktadır. Eser Büyükkale’deki Phryg yerleşmesinin kent kapılarından birinin yanındaki bir nişin içine konulmuştur. M.Ö. 6. yüzyıl başına tarihlenmektedir.

Eser 1.34 m. yüksekliğindedir ve kireçtaşıdır.Tanrıça iki yanında duran ve biri flüt diğeri lir ya da kitara çalan peştamal giymiş iki çocukla ayakta ve cepheden betimlenmiştir. Sağ eli biraz daha yukarıda olmak üzere iki eli de göğüste kıvrılmıştır. Tanrıça sol elinde nar olduğu Kurt Bittel tarafından tespit edilen bir cisim tutmaktadır.Tanrıçanın başında yüksek bir polos vardır.Vücudunun üst kısmında nar tutan eli dışındaki diğer parçalar restoredir.Etek kısmında ise belde bir kemerin varlığı görülür. Etekliğin sağ tarafı düz çizgiler halinde ayaklara kadar inmektedir. Sol kısmı ise ayaklara kadar uzanan bir örtü enine çizgiler oluşturacak biçimde kemerde toplanmıştır. Kıyafeti tanrıçanın vücut hatlarının görülmesine izin vermemektedir. Bu kostümün ikonografik şemasının M.Ö. 9. ve 8. yüzyıllarda Güneydoğu Anadolu’daki Geç Hitit kabartmalarında betimlenmiş olan kadınların – hem insan, hem de tanrıça – kostümlerinden alındığı neredeyse kuşkusuzdur, çünkü elbisenin hem detayları, hem de yorumlanış stili Geç Hitit kadın figürlerine, özellikle de Kargamış ve Malatya’da bulunanlara çok benzer.”[3] Yüzündeki gülümseme de arkaik Yunan Korelerini hatırlatmaktadır. Akurgal bu kabartmayı kıyafeti yönünden, Phrygische Kunst (1955) adlı eserinde “öncü örnek” dediği Samos’tan Cheramyes Koresi ile karşılaştırmaktadır ve Boğazköy kabartmasını “batıdan kopan etki dalgasının ürünü” olarak değerlendirerek M.Ö. 6. yüzyılın ikici yarısına yerleştirir. Ancak giysilerindeki benzerliklere rağmen Boğazköy kabartmasının öncü örneğinin Cheramyes Koresi olduğunu söylemek, giysideki eksikliklerin ayrıntıdaki bir farktan kaynaklandığının öne sürmek Prof Dr. Fahri Işık’a göre pek doğru gözükmemektedir.

“ Aslında Kybele’nin giysisi bile, Akurgal ve Bittel’in buna öncü örnek” dedikleri Samos’tan ünlü Cheramyes Koresi’ninkiyle tamtamına uyuşmaz; köktenci ayrım, giysi parçalarının sayısında ve düzenlemesindedir. Çünkü İon yapıtında giysi üçlüdür: Chiton, enine şal ve arkayı saran uzun örtü. Buna karşın Kybele betilerinde bunlardan biri, dönemin İon giysili kadın yontularından en özgün olanı eksiktir; enine şal. Ve bu eksiklik ne “ayrıntıdaki bir farklılık” ne de Frigli yerel ustanın “İon örneğini yanlış algılamışlığıyla” açıklanabilir. Belli ki 6. yüzyıl 2. çeyreğinin bu türden İon ürünleri Orta Anadolu’nun Kybele ustalarınca görülmemiş bilinmemiştir.”[4]

Polos doğu asıllı bir başlıktır ve bu başlık Kargamış Kubabası gibi geç Hitit örneklerinde de görülebilmektedir.


2. ETLİK KABARTMASI:

M.Ö. 7. yüzyıla tarihlenen Etlik Kabartması tanrıçayı ayakta ve mimari bir cephe içinde kompoze edilmiş halde göstermektedir. Figürün sağ elinde şekli belirlenemeyen bir içki kabı vardır.Başında bir polos ve bu polostan aşağıya inen uzun örtü kemerine sıkıştırılmıştır. Tanrıçanın sol kolu da bu örtü kıvrımının altına girmiştir.Tanrıça merkezdeki bir dikme ile desteklenen eğik çatılı bir mimari kabartmanın içinde betimlenmiştir. Yapının sol duvarına aslan başlı, aslan kollu, insan – aslan karışımı bir yaratık işlenmiştir.Bu yaratığın sağ bacağı bir örtü ile kapalıdır ve tanrıçaya dönük durmaktadır.

“Frig Ana Tanrıçasının mihrabı, tapınağı, içindeki geleneksel resmi, burada Hitit düşüncesinin Eflatun Pınar gibi yapıtlara yansıyan tanınmış kutsal örgesiyle, başı üzerinde elleriyle güneş kursu taşıyan aslan – adamla çerçevelenmiştir. Ve bu olgu Frigler’in Güney doğu komşularıyla salt sanatta değil, dinsel inanışta da bütünleştiğinin bir kanıtıdır.”[5]

3. BAHÇELİEVLER ANITI:

M.Ö. 7. yüzyıla tarihlenen bu kabartmada da ana tanrıça ortadan bir dikme ile desteklenmiş eğik çatılı, tepe akroterli bir mimari yapının içinde ayakta durmaktadır. Yapının iki yan duvarı da meander motifleriyle süslenmiştir.Yüksek polos takan tanrıçanın uzun örtüsü geleneksel Phryg Ana Tanrıça ikonografisine uygun olarak sol taraftan kemerinin içine sıkıştırılmış ve enine çizgilerle kıvrımlar belli edilmiştir. Figür göğsüne doğru bükülmüş sağ elinde ufak bir içki testisi taşır. Bu testi sık kullanılan bir Phryg içki kabıdır. Yine göğsüne bükülmüş sol elinde ise bir alıcı kuş (şahin ya da atmaca) adeta zapt edilircesine tutulmuştur. Kuşun bu şekilde tutuluş şekli İon yontuculuğundan farklılıklar gösterir. İon heykellerinde kuşlar genellikle avucun içinde alttan tutulmuş şekilde gösterilir.

Tüm kabartmalarda Ana Tanrıçanın ayakta cepheden ve giyimli kompoze edildiğini, başında polos taşıdığını ve polostan inen örtünün kemere sıkıştırıldığını,kollarının göğüs hizasında bükülü olup elinde içki kabı, yırtıcı kuş gibi atribüler taşıdığını ya da yanında fantastik yaratıklarla resmedildiğini tespit edebiliyoruz.

Phryg yontularında değişmez atribüler, polos ve kemere sıkıştırılmış giysi olsa gerektir. Ana Tanrıçanın doğada yaşaması, doğanın anası olma özelliği ile vahşi hayvanlara hükmedebildiği düşüncesi de yontular da ifadesini bulmuştur.

[1] L. E.Roller, Ana Tanrıçanın İzinde (Homer Kitabevi, İstanbul 1994), s:81
[2] a.g.e, s.86
[3] a.g.e, s.86
[4] F.IŞIK, “Batı Uygarlığının Kökeni Erken Demir Çağ Doğu Batı Kültür Sanat İlişkilerinde Anadolu”, (Türk Arkeoloji Dergisi, s: XXVIII 1989 Ankara1989) s: 5
[5] a.g.m s:11

7 Mayıs 2008 Çarşamba

ANTİK ÇAĞDA EVLİLİK



İnsanların din, dil, statü, ırk ve statü eşitliği gözetmeksizin, sırf birbirlerine aşık oldukları için evlenmeleri M.S. 18. yüz yılda gerçekleşmiştir. O yüzyılda sanayi devrimi yaşanıyor, Delacroix’in tablosundaki tek göğsü açık, Phryg başlığı giymiş güzel kadın üç renkli bayrağı sallıyor, insanlar “eşitlik, özgürlük, kardeşlik” sloganları atıyorlardı. Ekonomik ve siyasal devrimler sürecinde sosyal değişimlerin yaşanması kaçınılmazdı.


Elbette bahsedilen yüzyıldan önce aşk evliliklerinin hiç olmadığını söylemek doğru olmayacaktır. Ancak evlilik bireysel karara bağlı ve özel hayata dair bir olgu gibi görünmesine karşın, toplumun ekonomik alt yapısı ve sosyal üst yapısıyla organik bağları olan toplumsal bir kurumdur. “Evlilik, kadının doğurduğu çocuklar karı ve kocanın evlatları olarak kabul edilmesi bakımından toplumsal olarak tanınan bir erkek (koca) ve toplumsal olarak tanınan bir dişi (karı) arasında toplumsal olarak onaylanan bir ilişkidir.”[1]


Toplum tiplerine ve dönemlere göre evlilik olgusunu çok geniş bir perspektifle inceleyebilme olanağına rağmen bu ödev Antik çağ ve spesifik olarak Antik Yunan toplumundaki evlilik uygulamalarını kapsamaktadır.


Toplumbilim incelemelerinde evlilik kurumunun özel bir yeri olması tesadüf değildir. Evlilik tiplerinin belirlenmesi, soydanlık ve akrabalık ilişkilerinin çözümlenmesi araştırılan toplumun anlaşılabilmesi için araştırmacıya önemli veriler sağlar. Fransız düşünür ve tarihçi Jean Pierre Vernant, M.Ö. VI. Yüzyılın sonunda Atina’da demokratik ülke - kentin (polis) kuruluşuyla ortaya çıkan dönüşümlerin büyüklüğünün en iyi evlilik uygulamaları alanında ölçülebileceğini öne sürer. Ancak Atina’ da demokrasinin yaşanmasından çok önce Yunan toplumunun belleğinde yer etmiş olan söylenceler de, evlilik kurumunun toplum yaşantısındaki özel yerini belirleyebilmek içi bize geniş bir perspektif sunmaktadır.


ÇARPIŞMA VE BİRLEŞME GÜCÜ OLARAK EVLİLİK


Antik Yunan toplumunda kız alıp verme salt aile kurma anlamı taşımanın ötesinde kan bedelinden (poine) kurtulmanın bir yoludur. Evlilik kan davalarına son verir. Bu durumu Yunan mitolojisinde pek çok örnekle görmemiz mümkündür. Savaş Tanrısı Ares oğlunun katili Kadmos’ u bağışlayıp kızı Harmonia’yı O’na eş olarak verir. Bu evlilik bir tür barış anlaşmasıdır. Özellikle başka bir polisten kız alıp vermenin yaygın olduğu dönemlerde, evlilik anlaşmalarının aynı zamanda ciddi diplomatik ataklar anlamına geldiği de anlaşılabilir.


Mitolojide Thetis ile Peleus’un düğünü adeta örnek olay olarak karşımızda durmaktadır. Nereus’un elli kızından biri olan ve Hera’nın yetiştirdiği Thetis’e Zeus,’da, Poseidon’da aşık olmuşlar, ancak ondan doğacak çocuğun babasından bile üstün olacağını öğrenince bu ölümsüz deniz kızından el çekmişlerdir. O’na koca olarak bir ölümlüyü, Peleus’u seçmişlerdir. Thetis bu ölümlüyle evlenmemek için direndiyse de sonunda kaderine razı olmuştur.


Tanrılar sofrasında kutlanan düğün sırasında düğüne çağrılmayan Eris (bozgun) ortaya bir altın elma atarak Yunan mitolojisinin temellerinden birini oluşturacak efsaneler dizisini başlatmıştır. Bu konuya yeri geldikçe değinilecektir.


Thetis ve Peleus’un evliliğinde kızın diplomatik bir araç gibi kullanılması ve tüm tanrısal niteliklerine rağmen istemediği bir evliliğe razı gelmesi dikkat çekicidir.Bunu Hephaistos’a şöyle anlatır:


“Söyle Hephaistos, Olympos’taki tanrıçalar arasında,
yüreği benim gibi acılı biri var mı?
Zeus bunlar arasında bir bana verdi acıları,
Bunca deniz tanrıçalarından bir beni verdi
Ölümlü kocaya, Aikosoğlu Peleus’a,
katlandım bir adamın yatağına girmeye,
istemeye istemeye, tiksine, tiksine.”[2]


Antik Yunan söylencelerince evlilik birleşme gücü olabildiği gibi bir çarpışma gücü de olabilmekte, barışı sağlayabildiği gibi savaşlara da yol açabilmektedir. Thetis’le Peleus’un düğününde Eris’in ortaya altın bir elma atması destansı Troya savaşının temelini oluşturur.


Yunan düşünce dünyasında elbette ilk doğa filozoflarının diyalektik bakış açılarının izlerini evlilikler bağlamında da sürebiliriz. Diyalektik düşünce her şeyin zıddıyla birlikte var olduğunu söyler. Herakleitos’a göre dünyanın babası çarpışma güçleridir.


Bu bağlamda güzelliğin tanrıçası Aphrodite ile kaba savaşın tanrısı Ares’in ilişkisi, ya da bu tanrıçanın çirkin tanrı Hephaistos’la evliliği, Eris ve Eros’ un birlikteliği gibi, zıt güçlerin birliği bize olanaksız gelmemelidir.


Evlilik de böyle düşünüldüğünde hem savaşlara son veren, hem de hem de savaşlara yol açan bir olgu olarak, çarpışma ve birleşme güçleri bazında değerlendirilebilir.


HİEROS GAMOS


Antik Yunan toplumunda evliliğin kutsal yönüne en çok vurgu yapılabilecek ve değişik açılımlar sağlayabilecek mit Zeus ve Hera’nın kutsal birleşmesi olan Hieros Gamos’tur.


Yunan mitolojisinde olay zamanlamasına hiç önem verilmediği görülmektedir. Olay zaman örgüleri karışıktır. Buna rağmen Hera’nın Zeus’un son eşi olduğu Hesiodos tarafından belirlenmiştir. Zeus Metis, Thetis, Dione, Eurynome, Mnemosyne, Leto, Demeter gibi ölümsüzlerle birleştiği gibi ölümlü kadınlarla da birlikte olmuştur. Bunlardan bir kaçı Alkmene, Danae, İo, Leda, Niobe, Semele’dir. Sanatta Zeus, pek çok kez kılıktan kılığa girerek ölümlü kadınlara sahip olurken betimlenmiştir.


“Aphrodite’nin ve oğlu Eros’un yönlendirmesiyle, Zeus’u, insani tutkunun, cinsel arzunun her türlüsünü yaşayan, bu duygunun tatmin edilmesi konusunda hiçbir engel tanımayan üretici bir varlık olarak; aslında, cinsel ilişkiler kurarak bir sosyo – kültürel yapı oluşturmaya, politik etki alanını genişletmeye”[3] çalışan bir erk olarak düşünebilmemiz mümkündür.


Ancak tüm insanların ve tanrıların babası olan bu tanrı bile çeşitli kuralların ağırlığı altında ezilmekte ve aşklarını tam anlamıyla istediği gibi yaşayamamaktadır. Samsatlı Lukianos’un “Tanrıların Diyalogları” adını taşıyan eserinde Zeus Eros’a serzenişte bulunarak aşkın kendisini çeşitli kılıklara sokarak oyuncak ettiğini, hem çeşitli hayvan ve karışık yaratık kılıklarına girerek aşk oyunları yaşamak zorunda kaldığını, hiçbir kadını kendine doğrudan aşık edemediğini söyler. Sosyo – kültürel ve politik etki alanını genişletirken Zeus çeşitli zorunluluklara ve zahmetlere katlanmıştır.


Yukarıda anlatılanların ışığında Hera, Zeus’un tüm aşk oyunlarının karşısında evliliğin koruyucu tanrıçası olmanın da ötesinde kültürel birleşmelere ve değişimlere de kapalı bir tanrıça olarak karşımıza çıkar.


Homeros destanlarında "inek gözlü", "ak kollu" ya da "altın tahtlı" diye nitelenen Hera tipik bir Grek tanrıçasıdır, yani Yunanistan yarımadasının ırk, soy, din ve dünya görüşlerini, çıkarlarını daha ileri bir kültürün simgesi Ege ve Anadolu'ya karşı savunan, bu yüzden kişiliği ve efsaneleri hep bir kavga, kin, hınç, kıskançlık ve geçimsizlik, düzen kurma havası yansıtan bir tanrıçadır.
Zeus'la Hera evlenmeden de sevişmişlerdir, ama sonra da düğünleri törenle kutlanmıştır. En büyük tanrı çifti arasındaki kutsal düğün efsanelerde de, kültte de sık sık tekrarlanır bir motiftir. Bir efsaneye göre bu düğün Batı Kızlarının bahçesinde olmuştur, o bahçeden gelen altın elmaları da Gaia Hera'ya düğün hediyesi olarak vermiştir. Hera da Okeanos kıyılarında bulunduğu sırada elmaları kendi eliyle Batı Kızlarının bahçesine ekmiştir. İlyada'da İda dağının Gargaros tepesindeki birleşme sahnesi de böyle bir kutsal düğündür.


Zeus ile Hera’nın evliliğinden Ares, Hebe ve Hephaistos doğmuştur. Hera Zeus’un yanında Olympos’ta yaşar ve Zeus’un tüm yetkilerini paylaşır. Kadınları gözetir, onların hayatını düzenler ve kızı Eilethyia ile birlikte doğumlara gözcülük eder. Hera, Aphrodite'den sonra en güzel tanrıça olduğu halde bunu hiç bir zaman kullanmamış,kendisine aşık olan erkekleri hep reddetmiş ve Zeus'a sadık kalmıştır. Hera daima dolgun vücutlu,gür saçlı güzel bir kadın olarak tasvir edilmiştir. Güzelliğini Zeus'a hep sunmuş, her yıl Kanathos ırmağının kutsal sularında yıkanarak bekaretini geri almıştır.Hera için ev kutsaldır.Hera'ya sunulan adaklar içinde, sığır ve pişmiş topraktan ev modelleri en çok rastlanılanlardandır.


Hera’nın kendi başına pek efsanesi de yoktur. Zeus’a sadık bir eştir ama kocasının iktidarı sayesinde varolmayı başaran bir kadın tipi olarak da incelenebilir. Bu özelliğine verilebilecek en iyi örnek kanımca Paris’in karar sahnesidir. Hera, Aphrodite ve Athena Paris’in seçimini etkileyebilmek için çeşitli vaatlerde bulunur. Athena O’na ölümsüz savaş kahramanlığını, Aphrodite güzel Helena’nın aşkını, Hera ise Doğu krallığını vaat eder.


Aphrodite ve Athena’nın vaadleri tamamen kendilerine has tanrısal niteliklerinden izler taşımaktadır. Diğer bir deyişle kendi tanrısal özelliklerinden aldıkları güvenle vaadlerde bulunurlar. Hera ise kendine ait olmayan bir şeyi, kocası Zeus yoluyla elde ettiği iktidar sayesinde sahip olabildiği bir şeyi vaat eder. Kocasının gücünden yararlanması ve kendine has bir özelliği öne sürememesi dikkate değerdir.


Aphrodite karşısında yenik düşen Hera Troya savaşı boyunca Akhalar’ın yanında yer alır ve Troya’nın yenik düşmesi için elinden geleni yapar. Bu noktada da Zeus’tan yararlanır. O’nu baştan çıkarıp dikkatini dağıtarak savaşın gidişatını etkiler.*


Antik Yunan’da evli kadınların tek varoluşlarının kocalarının ünü ve şerefi olduğu göz önüne alınırsa Hera karakterinin evliliklerin koruyucu tanrıçası olması gayet mantıklıdır.


ANTİK YUNAN DÜNYASINDA EVLİLİK


Antik Yunan dünyasında uygulanan demokrasi bugünkü şeklinden çok uzak tam bir seçkin erkek demokrasisi idi. İnsan hakları veya kadın hakları kavramları bilinmezdi bile.Kadınların seçme, seçilme, memur olabilme yada siyasi toplantılara katılma hakları yoktu. Elbette kent yaşamında kadınlar görülebiliyordu. Alt sınıflara mensup, yaşayabilmek için çalışmak zorunda olan kadınlar pazarda müşteri ve tezgahtar olarak ya da evlerde çalışabiliyorlardı. Ancak atölye ve işliklerde kadınların çalışması söz konusu bile olamazdı.


Kadına verilen değer toplumsal anlamda bir yargı içermekten çok bir adamın karısına ya da sevgilisine kişisel değer vermesi ile ilintiliydi. Bu noktada yasal eş olmadığı halde bir eş gibi değer verilen kadınlardan bahsedebiliriz. Elbette bir adam yüklü bir drahoma ile eşi olmuş olan kadına bir savaş ganimeti gibi davranamaz ama aşkını ondan esirgemek hakkına elbette sahiptir.


Hesiodos İşler Ve Günler isimli eserinde kadınları oldukça yerer. Evlilik konusunda verdiği öğütlerde de kadınlara karşı acımasızdır.


“Vakti zamanı gelince evine bir kadın al;
Bu işi ne otuzundan çok sonra yap,
Ne de çok önce, aradadır tam zamanı.
Kadın dört yıl genç kız kalıp
Ergenliğinin beşinci yılında da evlenmeli.
Kız oğlan kızla evlen ki,
Doğru bildiğin yola sokabilesin onu.
En iyisi akrabalarından biriyle evlenmektir.
Ama önceden iyice düşün taşın:
Evlenmen bir alay konusu olmasın komşularına.
Erkek için en büyük nimet
İyi bir karısı olmaktır bu dünyada;
En büyük mutsuzluksa kötü bir karısı olmak,
Bir kadın ki boğazından başka bir şey düşünmez,
Ve erkeği ne kadar güçlü olursa olsun,
Çırağısız yakar onu, erkenden yıpratır.”[4]


Hesiodos’un yaşadığı dönemde kızın çeyiz getirmesi uygulamasından ziyade evlenecek erkeğin kızın babasına bir tür başlık parası verdiği dikkat çekmektedir. Buna hedna denir ve genellikle hedna olarak da inek verilir. Hesiodos‘ta da benzer ifadeler vardır.


“Bir evin olsun, bir karın, bir de öküzün.
Karını parayla satın al ki
Gerektiğinde yürüsün öküzlerinin ardında.”[5]


Aslında Antik Yunan dünyasındaki evliliklerden hukuksal biçimi iyice tanımlanmış bir kurum gibi bahsetmek doğru değildir.Yasal eş için kullanılan terimlerden hiç biri kesin bir ölçüt içermez.


Evlenilen kadın için damar,gameta gyne gibi terimler kullanılırdı.


Aristoteles, Yunanca’da erkekle kadının birleşmesini dile getiren bir ad bulunmadığını belirtir. Bu saptamaya tam anlamını verebilmek için lengüistik antropolojiye başvurulabilir. Gerçekten de Hint – Avrupa dillerinde evlilik bağını tam olarak tanımlayan bir sözcük bulunmamaktadır.


Evliliğin başlıca öğesi egguh (engye) dir. Bu bir tür nişandır ve kadınla erkeği kefil olabilecek tanıkların önünde birbirine bağlar. Evliliğin gerekli bir öğesi olmasına rağmen yasal olarak bir anlam taşımaz. Demosthenes’in babası ölmeden önce karısını ve beş yaşındaki kızını engye yoluyla başkalarına nişanlar ama bu evliliklerin hiç biri gerçekleşmez. Burada hali hazırda evli bir kadın ile beş yaşındaki bir kız çocuğunun nişanlanabilmesi de ayrıca dikkat çekicidir.


Engyeden sonraki aşama kızın yetkili bir akrabası tarafından evleneceği kişiye aktarılmasıdır. Ancak bu da evliliğe tam geçiş anlamına gelmez. Çeyiz çok önemlidir. Kocaya verilmesine rağmen kıza ait olarak kalır Eğer koca karısını boşamak isterse çeyiz kıza daha doğrusu kızı veren kişiye iade edilir. Kadın da ‘yetkili akrabaya’ teslim edilir.


PENELOPE VE ODYSSEUS’UN EVLİLİĞİ BAĞLAMINDA ARKAİK DÖNEMDE EVLİLİK HUKUKU

Kocası ölen ya da boşanan bir kadın baba evine ya da en yakın akrabasına geri gönderilir ancak Odysseia’dan hareketle bu işin kolay olmadığını söyleyebiliriz.


İthaka kralı Odysseus Troya savaşından sonra evine dönmeyi uzun süre başaramaz. Çok ufakken bıraktığı oğlu Telemakhos artık büyümüştür ve Odysseus’un sarayına terleşen talipler Penelope ile evlenmek için beklemekte, bu arada da Odysseus’un varını yoğunu sömürmektedirler.


Odysseus’un karısı Penelope talipleri kayın pederine kefen dokuduğunu söyleyerek oyalar. Oysa sabah dokuduğu kefeni gece sökmektedir. Talipler sabırsızlanmakta ve Penelope’nin bir karar vermesini beklemektedir.


Ortada ölü olup olmadığı bile bilinmeyen kayıp bir koca söz konusudur. Penelope pekala baba evine dönüp taliplerin sarayı terk etmesini sağlayabilir. Başka biriyle evlenebilir ve ya babasının evinde dul olarak yaşamayı kabul edebilir. Ancak bunları yapmamaktadır. Israrla Odysseus’un konağında yaşamaya devam eder. Oğlu Telemakhos’da anasının göndermek konusunda tereddütlüdür.


“O’nu kendim gönderirsem babası İkarios’a,
yıkım olmaz mı bana ödemek çeyizini”[6]


Anlaşılan Penelope evlenirken yüklü bir çeyiz getirmiş ailenin zenginliğine hatırı sayılır bir katkı yapmıştır. Ancak Telemakhos çeyizi nasıl geri ödeyeceğini düşünedursun Penelope’nin efsanedeki rolü talipleri olan dul bir kadın olmaktan çok daha önemlidir.


Her şeyden önce Penelope’nin evden ayrılması Odysseus’un krallığının sonu anlamına gelecektir. Telemakhos güçlü İthakalı erkeklerin arasında krallık savaşını büyük olasılıkla kaybedecektir. Boş kalan bir saraya da başka biri oturacak ve Odysseus bir gün dönse bile sarayda hak iddia edemeyecektir. Penelope’nin sarayı ısrarla terk etmemesinin sebebi budur.


Eğer Penelope babasının evine dönse zaten taliplerden hiç biri Penelope’yi eş olarak almak istemeyecektir. Çünkü Odysseus’un sarayındaki Penelope kraliçe Penelope’dir ve O’nunla evlenmek iktidara ortak olmak demektir. Babasının evindeki Penelope ise yıllardır dul olan herhangi bir kadın olacaktır ve onunla evlenmek herhangi bir iktidar alanı sağlamayacaktır. Talipler bunu çok iyi bilmektedir. Aynı şekilde Penelope’de tam olarak iktidarı korumak adına böyle kurnazca davranmaktadır.


Kanımca mitolojik bir figür olsa da Penelope iktidarın bir erkek için bir kadın tarafından erkeklere karşı nasıl korunabileceğini gösteren en önemli kişiliktir.


NİKAHSIZ YAŞAMA VE ÇOCUKLARIN DURUMU


Eğer bir kız yetkili akrabasının izni olmadan erkeğin evine gidip yerleşirse burada bir nikahsız yaşama söz konusu olur. Ancak İasios’ un bir metni “bir kızın yetkili bir kişi tarafından da bir adamın evine nikahsız olarak gönderilebileceğine” işaret etmektedir.


Görüldüğü gibi evlilik sınırları ve hakları tam belirlenmiş bir kurum değildir. Daha çok kadının erkeğin evine yerleşmesiyle başlayan bir olgu durumudur. Bu durumda Antik Yunan dünyasında tek eşli ya da çok eşli evlilik biçimlerinden değil çok çeşitli evlilik uygulamalarından bahsedebiliriz.


Yasal olan eşle yasal olmayan eş arasında ayrım yapmak çok güçtür. Demosthenes’e göre evlilik “çocuk yapmaktan” oluşur. Yasal eş bunun için vardır. Demosthenes “Fahişeler haz için vardır, nikahsız eş günlük işlerimiz için, karılarımız da yasal çocuklara sahip olmamız için” der. Ancak nikahsız eş olarak tanımlayabileceğimiz pallakhw (pallakhe) den de özgür çocuklar doğar. Bir Solon yada Dragon yasası erkeğe annesi, kızı, kız kardeşi, karısı veya özgür çocuklar doğurması için aldığı pallakhe ile kendi evinde iş üstünde yakaladığı bir adamı öldürme hakkından bahseder. Az önce Demosthenes’in yasal eşe atfettiği görevin bu yasada pallakheye de verildiğini yada daha doğru bir deyişle yasal eş kadar pallakhenin de buna hakkı olduğunu görebiliriz. Bu çocuklar tam anlamıyla yasal değildir ama gayri meşru da değillerdir. Babaları onları oymağa tanıtma hakkına sahiptir. Oymak bu çocuğu isterse kabul ya da reddedebilirdi.


Perikles ile hetaira Aspasia’nın birleşmelerinden doğan oğulları bu noktada örnek gösterilebilir. Aspasia ne yasal eşti, ne de Atinalıydı. Ama Perikles oğluna kendi adını vererek O’nu oymağa kendi oğlu olarak tanıtmıştı. Oysa aynı Perikles, yurttaşlık hakkının tanınması için hem ananın hem de babanın Atinalı olması şartını yasalaştıran kişiydi. Bu yasa Atinalıların artan biçimde yabancılarla evlenmelerinin sonucu olarak değil, zaten evliliklerin polis içinden biriyle yapılması gerektiği gibi yaygın ve uygulanan bir anlayıştan doğmuştu.


Antik Yunan dünyasında evlilik uygulamasının Solon ve Kleisthenes ile belli bir düzene oturtulduğunu söylemek pek yanlış olmaz. Resmi evliliğin en önemli göstergesi olan engyenin Solon kökenli olduğu düşünülür.


“Altıncı yüz yılda düzenlenen Attika hukukuna göre, babanın varı yoğu erkek çocuklara kalıyordu, ama evlenirken kız kardeşlerine çeyiz düzmeleri koşuluyla. Kız çocuklarının kalıttaki payıydı çeyiz. Eğer hiç erkek çocuk yoksa her şey kız çocuklara kalıyordu ama o zaman da kızlar evlendiklerinde babalarının en yakın akrabası kalıtta hak sahibi olabiliyordu. Kız kalıtçı ergenlik çağına erişir erişmez en yakın erkek akrabayla evlenmekle yükümlüydü,en yakın erkek akraba ise, o sırada evliyse kız kalıtçıyla evlenebilmek için karısından ayrılmak zorundaydı. Hiç kuşku yok ki bu durumda kız çocuk bir kalıtçı değil, mal varlığına bir katkıydı.[7]


Kleisthenes’ten sonra yasal eş ile nikahsız kadın ve onlardan doğma çocuklar arasındaki ayrım daha da belirgindir. Miras yasalarının bununla direkt bağlantılı olması, evlilik uygulamalarının en önemli işlevinin yasal mirasçı ve (ya) mirasçılar doğurmak olduğunu açıkça göstermektedir.


EVLİLİK TÖRENİ


Düğün töreni bir kız için çocukluktan çıkıp kadın olabilmek üzere yaşanan en önemli değişimdi. Genç kızın yeni evine adapte olabilmesi için düğün, üç gün süren bir seremoniden oluşurdu.


Çeyizin götürülmesi ayrı bir seremoni gerektirirdi. Çeyizin damadın evine gitmesi demek gelinin artık yeni evinin bir üyesi olması demekti.


Düğünden önce gelin tanrılara çocuk kıyafetleri ve oyuncaklar adardı. Bunun ikili bir anlamı vardı. Bu rit ile hem gelin çocukluktan çıkmış olur, hem de yeni bir yaşamın eşiğine geçiş yapmış olurdu.


Düğün günü loutron numphikon adı verilen gelin banyosu yapılırdı. Su, bir kaynak ve ya nehirden loutrophoros adı verilen testilerle taşınırdı. Bu iş için özel bir çocuk ve ya kızın bakire arkadaşları görevli olurdu. Loutrophoros tam bir düğün vazosudur. Üzerinde genellikle düğün sahneleri betimlenmiş olur ve evlenemeden ölen genç kızların mezarına da ölü gömme gelenekleri çerçevesinde loutrophoros bırakılırdı.


Gelin banyodan sonra aynı odada bir arkadaşının yardımıyla giyinirdi. Gelin kostümünün en önemli parçası duvaktır. Kızın bekaretini simgelerdi. Gelin giyinirken annesi ve diğer kadın akrabaları düğünün ayrıntıları (yemek vb.) ile ilgilenirdi.


Düğünde ballı susamlı tatlı ikram edilir ve kadınlarla erkekler ayrı otururdu. Şarkılar düğünün önemli bir parçasıydı. Profesyonel müzisyenler bu yeni akrabalığı, gelecekteki çocukları kutsayan, tanrılara adanmış şarkılar söylerlerdi ve şarkılardan önce de tanrılara sunular yapılırdı.


Düğünlerde Panhellenik şenliklerde oynanan oyunlar da oynanırdı.


Gecenin sonuna doğru gelinin duvağı açılırdı. Bu seremoni ile gelin baba evinden tamamen ayrılmış olurdu.


Tören bundan sonra damadın evinde devam ederdi. Gelin alayları bu noktada çok önemlidir. Damadın annesi, babası ve her iki ebeveyni de hayatta olan bir çocuk “ampithales” geline eşlik ederdi. Bu çocuk hem iyi şansı, hem de evli çiftin gelecekteki çocuklarını temsil ederdi. Alayda müzisyenler, gelinin arkadaşları ve yakınları bulunur ve alay damadın evine doğru yol alırdı.


Damat odaya arkadaşlarının şakaları eşliğinde uğurlanırken gelinin arkadaşları da evin dışında iyi dilekler dileyerek şarkılar söylerdi.


SONUÇ:

Antik Yunan Toplumundaki evlilikler o dönemin toplum ve düşünce yapısına uygun olarak şekillenirdi ve kadına yönelik anlayışın izlerini taşır. Evli bir kadının ilk görevi çocuk yapmak ve kocasına hizmet etmektir. Bir kadın asla yetişkin olarak kabul edilmez ve dışarıya bile bir refakatçi eşliğinde çıkabilir. Çocuklarının eğitiminde bile tam olarak bulunamaz. Kız çocuğu evlenene kadar annesinin yanında kalır ama oğlu ergenliğe eriştiğinde annesinin yanından ayrılır. Kadın neredeyse tüm ömrünü evin kadınlara ayrılan bölümünde geçirir.


Elbette çizdiğimiz manzara ve ritler geri bir toplum yapısı çizse bile özellikle aradan yüzlerce yıl geçip değişik çağlar yaşanmasına rağmen dünyanın büyük bölümünde kadına yönelik baskıcı yapının değişmemiş olması dikkat çekicidir.




[1] KOTTAK. Antropoloji: İnsan Çeşitliliğine Bir Bakış. S: 397
[2] HOMEROS. İlyada. XVIII. 430
[3] YÖRÜKAN Turhan. Doğu – Batı Düşünce Dergisi sayı 34. s:13
* *İlyada. Bölüm XIV . 292 - 351


[4] HESİODOS. İşler ve Günler. (Kadın Ve Cinsel İlişkiler)
[5] a.g.e.
[6] ODYSSEIA. Bölüm II. 135
[7] THOMPSON G. Tarih Öncesi Ege 1. s:155

METER-KYBELE'NİN ATRİBÜLERİ VE ATRİBÜLERİN ANLAMLARI




1. ASLAN

Tanrıçanın oturan heykellerinde görülen aslan betimleri Phryg dönemi eserlerinde de görülmesine rağmen tanrıçanın o dönemlerdeki değişmez hayvanı olmadığı açıktır. Phryg örneklerinde genellikle aslandan ziyade alıcı kuş göze çarpar. Ancak Yunanlılaştırılmış Meter-Kybele’de alıcı kuşun tamamen terk edildiği ve tanrıçanın avcı özelliğini yitirdiği görülür. Anadolu’da kullanılan alıcı kuş atribüsünün terk edilmesine rağmen aslanların korunuşu, Meter-Kybele’nin hem vahşi hayvanlarla ilişkisini, hem de Doğulu ve Phryg kökenini vurgular. Aslan aynı zamanda tanrıçanın gücünü ve egemenliğini simgeler.

2. TYMPANON (TEF)

Meter-Kybele betimlerine tympanon Yunanlılar eklemişlerdir. Tanrıça tympanonu daimaa sol elinde tutmaktadır. Bu çalgı tanrıçanın onurunda düzenlenen ayinlerde çalınan müziği simgeler. Yine de tympanonun tanrıçanın kişiliğini simgeleyen bir atribü olduğu söylenemez. Çünkü tympanon tanrıçanın kullandığı bir çalgı değil, taraftarlarının kullandığı ve tanrıçayı kutsadıkları bir müzik aracıydı. “Ellerinde tefleriyle ve çınlayan zillerinin yankılarıyla döne döne (Phrygialı kadınlar) , tanrıların bilge ve sağaltıcı müziğini gümbürdetirler.” Bu yanıyla tapınıcılarının eylemleri tanrıçada simgelenmiştir. Tympanon Meter-Kybele betimlerin tanınması için en yardımcı atribüdür. Zira Yunan ve Roma dünyasında başka tanrı ve tanrıçalar tympanonla betimlenmemiştir.


3. PHİALE
Tanrıçanın belki de en az ayırt edici atribüsüdür, çünkü başka tanrılar da phiale tutarken betimlenmişlerdir. Phiale de tanrıçanın taraftarlarının ayinlerde Meter-Kybele’ye yaptıkları sunuyu temsil eder.

Phryg örneklerinde de tanrıçanın elinde bir kap tuttuğu görülür ama Yunan betimlerinde durum biraz daha değişiktir. Tanrıçanın Phryg döneminde tuttuğu kap günlük kullanım için kullanılan bir kap iken, phiale Yunanlıların yalnızca tanrılara sunu yapmak için kullandıkları bir kaptır. Bu da tanrıçanın dinsel kişiliğine vurgu yapıldığı anlamına gelir. Ancak tef örneğinde görüldüğü gibi phiale de tanrıçanın kişiliğiyle ilgili olmaktan çok taraftarlarının tanrıça için yaptıkları ayinlerle ilgili bir simgedir.
















ATTİKA TAKVİM SİSTEMİ

HEKATOMBAION (22 Haziran - 21 Temmuz)
METAGEITNION (22 Temmuz - 19 Agustos)
BOEDROMION (20 Agustos - 18 Eylül)
PYANEPSION (19 Eylül - 17 Ekim)
MAIMAKTERION (18 Ekim - 16 Kasim)
POSEIDEON (17 Kasim - 15 Aralik)
POSEIDEON B' (16 Aralik - 26 Aralik)
GAMELION (27 Aralik - 25 Ocak)
ANTHESTERION (26 Ocak - 23 Subat)
ELAPHEBOLION (24 Subat - 25 Mart)
MOUNYKHION (26 Mart - 23 Nisan)
THARGELION (24 Nisan - 23 Mayis)
SKIROPHORION (24 Mayis - 21 Haziran)

Zaman; 29 veya 30 günden oluşan ay takvimine göre belirlenmiş aylarla belirtilmiştir. Attika takvimde 12 ay vardır ama, her 4 yılda bir 12 gün arttığından ötürü, bu 12 günden de bir 13. ay oluşur (böylece; Attikalılar her ne kadar ay takvimi kullanıyor olsalar da tüm günler toplandığında, karşımıza 365 gün çıkıyor, yani güneş takvimi gibi...)

Ayin ilk günü Noumenia (yani yeni ay) olarak adlandırılır. Ve her ay; 10'ar günlük üç periyoda bölünür. Eğer bir ayin üçüncü (yani son) periyodu 10 gün ise buna complete (yani tam) denir; eğer ayin son periyodu 9 günden oluşuyorsa buna hollow (yani bos, eksik) denir.

Bu ayların ilk on günlük periyoduna Istamenoa (yani ay baslangici), ikinci periyoda Mesountos (ay ortası) ve son periyoda da Legontos (yani geriye doğru, tersine) adı verilir. Legontos periyodu geriye doğru sayılır. Örneğin; 10. Legontos'tan sonraki gün 9. Legontos'dur, gibi...

Yıl yaz ile başladığı için; bu takvimin ilk ayı bizde Haziran ile Temmuz arasındadır.

6 Mayıs 2008 Salı

ROMA'DA TANRIÇA KYBELE




 



Öncelikle Romalılardan batı dillerine de geçen religio (din) kavramının Bir Roma vatandaşı için ne anlam ifade ettiğine kısaca değinmek gerekir.Romalılar kutsal saydıkları kavramlara tanrısal anlamlar yüklemişler ve bu kavramların tüm yaşamlarını yönettiğine, her şeye hükmettiğine inanmışlardır. Tanrısal kuvvetlere Genius’u olan varlıklar şeklinde inanılmasına rağmen erken dönemlerde bu varlıkların şekilleri belirsizdir. Henüz tasvirleri yapılmamıştır ve tapınakları yoktur. Ancak her biri fonksiyonel olan bu tanrısal varlıklar Romalıların ev içlerine dek etkiliydi. Kapıda Ianus, ocakta Vesta, kilerde Penates, tohumlara bakmada Saturnus, sürülere bakmada Faunus, ateşe bakmada Vulcanus, hububatı büyütmede Ceres, saklamada Tellus, tohumların içini doldurmada Ops tanrısal kuvvetler olarak hissedilirdi.

Henüz tasvirleri, tapınakları yapılmamış bu tanrısal kuvvetleri düzene sokma, aralarında ilişki kurarak mitoloji ve thegonia oluşturma işi Etrüsk kralları devrinde başlamış ve Roma Cumhuriyet devrinde de sürmüştür.

“Bu hususta ilk esaslı yenilik krallık devrinde ve Etrüsk krallarının girişimleriyle başlamış, arkasından Cumhuriyet idaresinin ilk zamanlarında Magna Gracia Hellenlerinin etkisiyle Romalıların dinsel duyuş, düşünüş ve uygulayış alanlarında kendini kuvvetle hissettirmiştir. Romalılar bu tesirlerin etkisi altında artık tanrılarını insan biçiminde (antromorph) düşünmüşler, onlara aileler kurmuşlar, heykeller, tapınaklar yapıp mitolojiler meydana getirmişlerdir.”[1]

Roma dindarlığı tanrısal kuvvetlerin insanın her hareketine hükmedebildikleri gibi bir inancı içinde barındırdığından Romalılar tanrılara korkunun da ağır bastığı bir saygı duymuşlardır. Hellen düşüncesinden tüm etkilenmelerine karşın Romalıların tanrılara bakışı adeta bir görev gibi ve zaman zaman kişiliklerinden vazgeçecek şekilde bağlılık olmuştur. Bunu Vergilius’un yazdığı Aeneas destanında da görebiliriz. Eser Homeros’un İlyada ve Odysseia’sından kuvvetli etkiler taşısa bile kahramanının kişiliğinde Roma düşüncesi propaganda edilmiştir. Buna ‘Pietas’ adı verilir. Yani atalara, tanrılara ve devlete bağlılık. Yunan mitolojisinde kişilerin gururları yüzünden tanrılara başkaldırdıkları, ulusal nedenlerden ziyada şan, ebedi şöhret için savaştıkları, bireyselliklerini korumaya önem verdikleri gözlenir. Ama Romalı için değerli olan özellik Roma için savaş, tanrılara tam bağlılık, devlete, aileye gösterilen değerdir.
Romalılar gerek yukarıda bahsedilen dini duygular gerekse emperyal yayılma aracı olarak yabancı tanrı ve tanrıçaları kabullenmişlerdir.

Kybele M.Ö 204 yılında Phrygia’daki Pessinus kentinden alınarak Roma’ya götürülmüştür. Dikkat çekici olan nokta, Roma’nın özellikle kriz dönemlerinde çeşitli yabancı tanrıları Sibyl kitaplarındaki kehanetlere dayanarak törenle panteonuna katmasıdır. Bu açıdan Kybele ilk değildir. “Sibyl kitaplarının getirilmesini önerdiği yabancı tanrıların başta geleni Apollo olmuştur. Kitapların gelişi ile birlikte tanınmış olan bu tanrının uzun süre barınağı olmamış, ancak M.Ö. 431’de Roma’da kendisine bir tapınak kurulmuştur. Hatta M.Ö.212’de şerefine Ludi Apollinares (Apollo oyunları) adanmıştır. M.Ö. 495’te kendisine bir tapınak ayrılan Mercurius bunu takip etmiştir. M.Ö. 493’te başka bir tanrısal üçlü olan Ceres – Liber – Libera’ya da bir tapınak yapılmıştır. Bu tanrısal üçlü aslında tapınımı Güney İtalya ve Sicilya’da çok sevilen Demeter – Dionysos – Persephone üçlüsünün bir benzeri idi. M.Ö. 399 senesinde ilk Lectisternium (bu merasim Roma din tarihinde, tanrı tasvirlerinin yataklara konulup önlerinde yiyecekleri olduğu halde sokaklarda halka gösterildiği törenleri ifade eder.) ile Latona’nın getirildiği, Helenlerin Poseidon’unun Neptunus olarak ibadet gördüğü ve Diana ile Mercurius’un Artemis ve Herakles ile bir tutulduğu yeni bir nakil olayı daha meydana gelmiştir. Tarentum’da kendisine atlar dikilen Dis Pater ve Proserpina Sibyl kitapları ile getirilen ve şerefine Ludi Saeculares’in düzenlendiği başka bir tanrısal çifttir.M.Ö. 293 senesinde halk arasında şiddetle patlayan bir veba salgını yüzünden yine Sibyl kitaplarına danışılarak tanrı Aesculapius Roma’ya çağrılmış ve iki sene sonra merasimle Tiber nehri üzerinde bulunan bir adadaki tapınağa yerleştirilmişti. Niteliği Roma diniyle uyuşmaz olan Floralia M.Ö. 238’de yine kitapların buyruğu ile kurulmuş ve yerli Floranın karakter değişmesini simgelemiştir. Helenlerin gençlik tanrıçası Hebe, Iuventas adıyla benimsenmiş ve Sibyl’lerin emriyle kendisine M.Ö. 218’de bir Lectisternium düzenlenmiştir. M.Ö. 217’de ise Aphrodit Sibyl kitaplarının aracılığı ile Sicilya’daki Eryx tepesinden alınarak Venüs Erycina ismiyle Roma toplumu içinde saygı görmüştür.”[2]

Bu uzun alıntının nedeni Roma’da panteonun oluşturulma sürecinde yabancı tanrıları bünyelerine katma konusunda adeta bir düzen oluşturduklarını göstermektir. Tanrıların Roma’ya getirilişlerinde Roma’nın yaşadığı sıkıntıların etkisini hafifletme çabası da vardı. Hastalık, savaş hezimeti gibi moral değerleri düşüren olaylar halkı kurtarıcı aramaya itiyor ve yönetim de bu talebi oldukça politik ve kıvrak bir zeka örneği “kabul etme törenleri” ile sağlıyordu. Roma yabancı tanrıları törenle bünyesine alırken aynı zamanda emperyal birliğin bir gereğini de yerine getirmiş oluyor ve din konusunda diğer kavimler arasında da bir üstünlük sağlamış oluyordu.
Hannibal’in saldırıları sonucu ancak geçici galibiyetler yaşayan ama bu galibiyetlerinin sonucunda bile O’nu alt edemeyen Roma, buhranlı hezimet ortamında halkı teskin etmek ve manevi bir güç yaratabilmek amacıyla yine Sibyl kitaplarına başvurmuş ve bunun sonucunda Magna Mater Roma’ya getirilmiştir. Phrygia’da Dağların Anası gibi düşünülüp açık hava tapınaklarında tapınılan, vahşi doğa ve yırtıcı hayvanlarla ilişkilendirilen Magna Mater’in Roma’ya bir kent koruyucu tanrıça gibi girdiğini belirtmek gerekir.
[1] ÇAPAR Ömer, Ankara Ün. DTCF DERGİSİ Cilt XXIX sayı: 1- 4 s:170 1978 Ankara
[2] ÇAPAR Ömer, Ankara Ün. DTCF DERGİSİ Cilt XXIX sayı: 1- 4 s:172 1978 Ankara